“Bir şey kendimiz için iyi, yani uygun gibi sunulmuşsa ona karşı aşk duyarız”
Descartes
Decartes’in de söylediği gibi; bir şey kendimiz için iyi yani uygunsa ona aşk duyarız. Ne kadar insanların gerçeğiyle uyumlu ve ne kadar çirkin bir gerçek! Aşk denen o insanüstü duygunun bile özde bir çıkar ölçüsü üzerine kurulduğunun ikazı.
Hâlbuki ben aşkı böyle tanımıyordum. İnsanların çıkarlarını talep ve hesap etmesi için bir mantık yürütmesi, en azından sıradan duygularını kullanabilmesi gerekir. Ama benim bildiğim aşk, tüm hesaplar üstü, tüm algıların ve yargıların kısa devre ettiği bir atmosferde yaşanırdı.
Hatta bir anlatı vardır, şöyle; iki genç, iki köyü ayıran bir nehirin diğer taraflarında durur bir birlerine bakar, öylece dalarlarmış saatlerce. Yıllar bu halde geçivermiş. Bir gün bunların bu aşkına karşılıksız kalmayan aileler evlenmelerini sağlamış. Gerdek gecesi erkek kızın duvağını açtığında, kızın bir gözünde leke olduğunu görmüş ve sormuş ne zaman oldu diye. Kızın verdiği cevap manidardır; bu doğuştan gelen bir leke.. Gerçekten aşkın gözü bu derece kördür, insan gözü önündekini bile görmez ve hesaplamaz iken… Ben geleceği görememek ve hesaplayamamakla yargılandım.
Sen özgür bir bahçenin özgür bir havanın sınırsızlığında ve özgür olmanın sabırsızlığında beklerken beni, ve beklemek sen için dayanılmaz bir hal almışken; ben bir kafesin dört tarafında şaşkın bakışlar atarak kalbimin sıkışmasına katlanırken, senin varlığınla kalbime yaşamı dayatıyordum. Ve sen o özgür bahçende arada bir bana uğrayıp sesinle, nefesinle bana yaşamı aşılayıp gidiyordun. Sen giderken, arkanda beni tutsak eden sahiplerimle baş başa bırakıyordun. Emin ol kanatlarımı kanatırcasına çırpındım o kafeste. Yaraları görünmez belki –ki görmemişsin- ama hayatımın en acı günlerini yaşıyordum. O kafes benim için bir çok kabullenişlerin mekânıydı. Bir an sen girdin hayatıma ve o kafes bana dar gelmeye başladı. Yıkmak istedim, ama kafesin kapısı içeriden değil dışarıdan kilitliydi. Sen her içeriyi sorduğunda ben sana hayallerimden söz ettim. Senin yalan diye bellediklerin, benim arzularım, benim umutlarım ve amaçlarımdı.. Ama sen hep bakıp kaçıyordun, ne o kafese girebiliyordun nede kanatlarımdaki sızıları hissedebiliyordun… Sana söylediğim ve senin yalan olarak gördüğün her söz ağzımdan çıkarken yüreğimden kan damlaları gibi akıyordu canıma… Dişlerim dudaklarımı zorluyordu…
Şimdi ne o bahçede özgürce koşan ceylanım var, nede bir zamanlar isyan etmeden önce mutsuzda olsa sessizce yaşadığım kafes var… Şimdi kanatların çırpınacak bir kafes boşluğu bile bulamıyor…
Ben o kafese girmeden önce, tıpkı sen gibi ülkemin özgür bahçelerinde yaşıyordum. Tıpkı sen gibi yeşile sevdalı, insanına tutkun, hayallerine vurgundum.. Sen o kadar bana ve ben de sana o kadar benziyordum ki; seni gördüğümde kafesten çıkma umudum yeşerdi. çünkü karşımdaki eş ruhumdu… Ama eş zamanda yaşayamadık işte.. Senin gözlerine baktığımda görmek istediğim her şeyi görebiliyordum. Zaten o kadar çok Ahenk içindeydi ki yaşanılanlar, bir şeyin bu kadar kusursuz olması beni korkutuyordu…
Özgür bir kız kafeste tutsak birini sever mi? Decartes’e göre hayır. Sevmemen gerekiyordu. Çünkü eşit şartlar ve senin arzuladığın bir hayatın ortasında değildim… Halbuki aşk bir şeyi çizecek, bir profil yada tabloyu oluşturacak kadar mantık bırakmaz insanda…
Halbuki benim yıkmam gereken bir sürü köprüler vardı. Sana varmam için aşmam gereken bir sürü uçurumlar.
Hem kafesi kıracaktım, hem de kafesi kırana kadar sana umut şarkıları söyleyip, geleceğin öyküsünü anlatacaktım. Ve ben bu güzel şeyleri anlatırken bir tek gözlerimden yüreğime inip görebileceğin soyut acılar ve can çekişler yaşamaktaydım. Göremedin Bakamadın derinlere… Bir savaş verdim ve o savaşta binlere karşı tek başınaydım.. Ve inan bana, aşkına olan inancım olmasaydı, böylesi bir savaşa kalkışacak kadar gücüm olmayacaktı. Senin hatırınaydı tüm hatırları askıya alışım. Ve tamda savaşın galibi olarak sana güzel bir sonun hikayesini anlatacakken, bana gücü yetmeyen bir hainin alçaklığıyla yenilecektim… Beni yenen onların gücü değil fendi, fendi ise senin inancının yitirtilmesiydi.. Maalesef güzel insan bunu başardılar… Şuan yaralıyım, ama keşke öldürseydiler de, bu aşkın terk edileni değil de şehidi olsaydım…
Hayatım belki senle başlamamıştı, ama senle durdu… keşke duracağına bitiverseydi diyorum.
Bir cenaze yeri gibi yüreğim. Ne kaldıracak birileri var, ne de üstüne atılacak toprağı. İnsan bazen ölümler ister yaşamdan soğuduğu için, ama bulamaz ya… İşte benim ruhumun sensizliğinde edindiği kimlik böyle intiharvaridir. Senin gözlerine son bir kez bakamadan geçecek ömrümün sefaletine dikmiş gözlerimi, kendime, sensizliğime, senli hayatın yitimine ağlıyorum.
İnsan ölümleri kabullenemez ve inanmaz ya hani gömdüğü halde sevdiğini.. sanki gene yaşıyor ve bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi durur ya içeride bir yerde.. senli her şey öylesine canlı öyle gerçek ve sımsıcak duruyor yüreğimde.. sanki sen bir şaka yapıyorsun ve az sonra arayacakmışsın gibi… Ama biliyorum bu düşüncenin tebessümü de kendisi gibi sahte ve yalan.
Ve içimde seninle ilgili kalan son nefesle hoşçakal yarınım diyorum…..
Yazan
Celil ÜNLÜ
Yorum yok to “Hoşçakal Yarınım”